16 Ekim 2016 Pazar

Viyana Tıp Üniversitesi Koleksiyonları

Viyana'dan dönüşümün üzerinden neredeyse 3 hafta geçmiş olmasına rağmen bu gönderiyi anca tamamlayabildiğim için bi miktar üzgünüm fakat gelir gelmez okula başladığım için tahmin edersiniz ki benim için zor oldu. Peki yazıyı neden Viyana'da tamamlamadım? Çünkü gezilerim parça parçaydı yani bi gün tıp müzesine gittiysem ertesi gün sanat tarihine, bi sonraki gün tamamen farklı bir şeye gittim. Ve malesef özellikle ilk gittiklerimde çok fazla not almadım. O sebeple parçaları birleştirmekle zorlanıyordum, erteledikçe erteledim... Sonradan yazıları da gruplayarak yazmak istedim, yani şimdi okuyacağınız yazıdaki müzeler farklı günlerde gezildi.

Bu yazının özellikle tıp/diş hekimliği/sağlıkla ilgili herhangi bi bölümde okumuş ya da ilgisi olanların dikkatini çekeceğini sanıyorum çünkü Viyana Tıp Üniversitesi bünyesindeki 3 müzeyi yazdım. Josephinum-Tıp tarihi müzesi, Diş Hekimliği Müzesi ve Narrenturm-psikiyatri/patoloji müzesi. Aslında Josephinum bünyesinde ayrı olarak anestezi, endoskopi, adli tip, etnik tıp koleksiyonları olsa da şu anda ziyarete kapalı oldukları için gidemedik.
Lafı çok da uzatmadan ilkinden başlayayım: Josephinum.

Josephinum, 1785 yılında dönemin imparatoru 2. Franz Joseph’in emriyle yaptırılan askeri tıp akademisi, sonradan tıp fakültesine dönüştürülüyor ve yaklaşık 200 senedir de aynen bu halde. Konum olarak da şu an Viyana Tıp Üniversitesi’nin yerleşkesi içinde bulunuyor. Hatta bizim fakültenin hemen yanında olduğu için bu tarz şeylerle ilgilenen çalışma arkadaşlarımdan biriyle birlikte iş çıkışında müzeyi ziyaret ettik. Pek erken bi saatte çıkmamıştık ama Çarsamba günleri 8’e kadar açık olduğunu bildiğimiz için özellikle bugünü seçtik. Fakat rehber eşliğinde tura katılmak isterseniz belirli günlerde katılabiliyorsunuz. İngilizce rehberli tur ise sadece Cumartesi 11:00’da. Bu arada, girişte isterseniz bi katalog alıp hangi örneğin hangi kasa/kemiğe ait olduğunu görebilirsiniz-İngilizce katalog yoktu ama Almancasını alıp Latincelerinden çıkarabilirsiniz.








Tabi üniversite yaklaşık 250 yıllık tarihi geçmişinin farkında olduğu için güzelce korumuş ve müze haline getirmiş burayı. Neoklasik tarzda inşa edilmiş bu binanın bahçesinde bir de Bergama’dan da aşina olduğumuz tıp tanrısı Asklepios’un kızı sağlık/temizlik tanrıçası Hygieia’nın heykeli var.










Franz Joseph II sadece burayı inşa ettirmekle kalmamış, zamanında yapılan kongrelere de katılmış.

O zamanin kongrelerinden













Aynı zamanda o dönemde İtalyan üniversiteleri ve Prag başta olmak üzere Avrupa’nın bir çok yerinden tıp eğitimiyle ilgili doküman, kitaplar, mum modeller getirtmiş. Özellikle bu mum modeller müzenin en önemli par
çaları. Derslerde anatomi laboratuvarında maketlerde gördüğümüz her ne varsa o zamanlarda bal mumundan yapılıp renklendirilmiş. Tabi ki bi diş hekimliği öğrencisi olarak benim ilk dikkatimi çekenler baş-boyun modelleri oluyor. Dişler konusunda pek başarılı olduklarını söyleyemem, gerçi 2016‘da çalıştığımız modellerde bile yanlış dizayn edilmiş olanlar olduğunu düşününce 200 sene öncesinden böyle bi hatayı mahzur görmek gerek.




Mum modellerin olduğu salonu gezdiğimizde epey şaşırdık. Önceden baktığımız kadarıyla müzeyi daha büyük sanıyorduk ama malesef değil. Ayrıca Ağustos ayında tatilde oldukları için bir odaları da kapalıymış. Dönem dönem farklı konseptlerde sergiler oluyormuş. Biz oftalmoloji sergisine denk geldik ve sandığımızın aksine müzenin yarısı bu amaç için ayrılmış. Eski zamanlardan modern döneme kadar göz cerrahisinde kullanılan aletler, çeşitli tedavi araç gereçleri, gözlükler, kitaplar vb. dokümanlarla oftalmoloji biliminin, cerrahi yöntemlerin zaman içindeki değişimini görebilirsiniz.

Fakat en çok dikkatimi çeken şey okulun 200 sene önceki halinin maketi oldu. Resmen şimdikinin aynısı... Kimi binalar restore edilmiş, kimisi yıkılmış yeniden yapılmış ama yerleşke bozulmamış. Diş hekimliğinin kendi binası modern mimari olsa da eski maketten kendi laboratuvarımızın birebir yerini bulabildik. İmrenmemek elde değil, keşke biz de kendi binalarımızı, tarihimizi koruyabilseymişiz...



İkinci durağım-ve Viyana'da gittiğim müzeler içinde belki de en çok ilgimi çeken- Diş Hekimliği Müzesi. Rehberli tur istediğimiz için gitmeden önce ziyaret etmek istediğimize dair mail atıp randevu almıştık. Çok güleryüzlü ve canayakın bi görevli karşıladı bizi, ufak turumuza başladık.

Diş hekimliği tarihi için önemli Avusturyalı bilim insanlarına yer verilmiş, aslında tüm hikaye Carabelli'yle başlıyor. Diş hekimliği okuyan arkadaşlar şu an "aaaa Carabelli" diyorlar, duyar gibiyim. Evet, birinci molar dişin mesiopalatinal cuspına adını veren Carabelli'nin ta kendisi.
Eskiden dişçilik denen meslek tıp doktorlarının bulaşmadığı, berberlerin icra ettiği bir meslekmiş. Hatta bi kaç eski çizimi gösterdiler, birisi diş çekerken başka birisi hasta hissettiği acıyı unutsun diye türlü hokkabazlıklar yaparmış. Bu şekilde "ayağa düşmüş" bi meslekle de tıp doktorları uğraşmamış.
Fakat Carabelli ile tüm bu bilinen düzen bozulmuş. Esasen bir "dişçi"(diş hekimi demiyorum) olan Carabelli yukarıda anlattığım Josephinum'da cerrahi okumuş, sonrasında ağız ve çene üzerine çalışmalarıyla imparatorun gözüne girmiş ve sarayın dişçisi olmuş. İlk defa bir dişçi üniversitede teorik dersler vermeye başlamış ve böylece "dişçilik" mesleği diğer tıp branşları arasında kendine yer edinmeye başlamış.
Sonrasında Carabelli kendine bir asistan araken tıp eğitimi almış Moriz Heider karşısına çıkıyor. Heider ilk başlarda pek istekli olmasa da sonradan çok büyük işlere imza atıyor. Bugün Avusturya Oral&Maksilofasiyal Cerrahi Derneği olarak bilinen Avusturya Diş Hekimleri Birliği'ni kuruyor, histoloji/patoloji alanında Carl Wedl ile çalışıp dişlerin histopatolojisi üzerine o zamanki ilk yayınları yapıyorlar. O kadar ses getirecek bir şey ki çevirisi yapılıp Amerika'daki bilimsel dergilerde bile yayınlanıyor bu makaleler. 19. yüzyılın başlarını düşününce akıl almaz bi başarı... Sadece bu da değil, Münih'ten bi fizik profesörüyle birlikte çalışıp simdi endodontide kullandığımız sistemlerin ve cerrahide koterin çıkış noktası olan elektrocerrahi yöntemlerini buluyor. O dönemde orta Avrupa'da ilk altın dolguları da yine kendisi yapıyor.
Ve tabi ki müzede okulun klinik bilimlerine adını veren Bernhard Gottlieb köşesi var.

Hemen sonra gelen ise orjinaline uygun döşenmeye çalışılmış 1870lerden bir muaynane. Böyle demek de yanlış aslında, çünkü o tarihlerde muaynane diye bir kavram da yok. "Dişçiler" evlerinin bir odasını da bu islere ayırıyorlarmış. Önlük/üniforma giymek zaten yok. Fark ettiyseniz odada çeşme yok çünkü iki hasta arasında el yıkama gibi bi huy da yok :)


Bi sonraki odadaysa çeşitli tarihlerden koltuklar, cerrahi aletler var. İlginç bi detay da Sigmund Freud'un zamanında bukkal mukoza karsinomuna yakalanmış olması. O dönemlerde Freud da Pichler de Viyana Universitesi'nde profesor ve Pichler Freud'a 14 sene boyunca tam 32 defa cerrahi müdahalede bulunmuş.


"Son teknoloji" röntgen cihazları 









Bir diğer odada da periapikal çekmeye yarayan ilk röntgen cihazları var. Tabi bu eski cihazla röntgen çekmek tam 7 dakika sürüyormuş(hasta kıpırdarsa en baştan...).












Teknisyen masası


Fakat edindiğim belki de en ilginç bilgi yüz çene cerrahisinin 1. Dünya Savaşı ile birlikte geliştiği. Askerler siperlerde savaştıkları için gelen kursunlar da yüz bölgesine isabet ediyor. Bu süreçte maksillofasiyal cerrahlardan biri tek tek tedavi etti hastaların iznini alıp onların balmumundan yüz modellerini çıkarıyor(mulaj deniyor). Kimisinin tedavi öncesi/sonrası hali bile var.


En son odada ise antropolojinin diş hekimliğine uygulamaları anlatılmış. Fil, maymun, hipopotam, köpek balığı gibi türlü türlü hayvanın dişleriyle birlikte kafa iskeletleri var. Tabi merak edip dental antropoloji dersi veriliyor mu diye soruyorum, daha çok antropoloji öğrencilerine veriliyormuş ama diş hekimliği açısından çok ele alınmıyor diyor ve bi kaç kaynak öneriyor. Öyle bi ders alabilmeyi çok isterdim doğrusu...

Turumuz bittiğinde sadece vauvv diyebiliyorum. Çok buyuk bi müze olmamasına rağmen ilk defa bi diş hekimliği müzesi ziyaretimdi. 3 senedir hayatımın her alanında, gecesinde gündüzünde diş hekimliği olduğu ve olmaya devam edeceği düşünülürse etkilenmem normal sanırım.

Laboratuvarımızdan Narrenturm manzarası



Ve son müze de ilk günden beri önünden geçtiğim, pencereden bakınca gördüğüm, laboratuvarımızın karşısındaki psikiyatri/patoloji müzesi-Narrenturm(Tıp Üniversitesi'nin yanında olsa da müze Doğa Tarihi müzesinine bağlı, nedenini ben de bilmiyorum). 18. yüzyılın ilk psikiyatri enstitüsü olan bu binaya "Fool's Tower" diyorlarmış. Ayın akıl hastaları üzerinde pozitifi etki yaptığını düşündükleri için binaya 299(ay takvimine göre bir yıldaki gün sayısı) oda yapmışlar. Ayın güneş etrafındaki yörüngesini anımsatacak şekilde binanın mimarisi de silindirik.










Sonradan hastane olarak kullanıma kapanınca  uzun bir süre hemşirelik öğrencilerinin yurdu olarak kullanılmış. 23 yıl öncesine kadar da bazı hocaların ofisleri bu binadaymış, tabi müze yapılmaya karar verilince ofisleri taşımışlar.







Gezerken sağlı sollu bir çok mulaj görüyorsunuz. Zamanında var olan patolojiler unutulmasın, eğitim amaçlı anlatılabilsin diye bu mulajları yapmışlar. Epey de başarılı olmuş. Bebek bezi/dışkı mulajlarından deri hastalıklarıyla ilgili mulajlara kadar bir çok örnek var.


Odalara gelirsek, 2 hasta bir odayı paylaşacak şekilde kullanılıyormuş. Soğuk havanın akıl hastalıklarına iyi geleceğini düşündükleri için odalara pencere takmamışlar. Viyana'nın soğuğunu düşününce eski hastalar için bayağı üzüldüm doğrusu... Sadece soğuk da değil, o zamanlar örnek olacak benzer bir hastane olmadığı için muhtemelen acımasız yöntemler kullanmışlardır. Fakat en garibime giden şey 1942'de tedavisi bulunmadan önce tüberküloz hastalarının akciğerlerinin amalgamla doldurulması oldu-tabi hastalar tüberkülozdan değil civa zehirlenmesinden ölüyorlarmış. Şu an diş dolgusu yaparken bile toksisitesi tartışmalı olan bi materyali alıp ciğerlere enjekte etmek o zamanlar için ne kadar da normal... Kim bilir 70 sene sonra bizim yaptığımız tedaviler hakkında ne diyecekler :)

Sevgilerle...


NOT 1: Fotoğraf çekmeye izin verilmeyen bölümlerin fotoğraflarını müzelerin kendi sitelerinde olanlardan aldım.

NOT 2: Yazının taslağını haftalar önce Viyana'da oluşturduğum için-defalarca kontrol etmeme rağmen- fiillerde zaman çekim hataları ve Almanca klavyeden kaynaklı Türkçe karaktere çevirmeyi unuttuğum yerler varsa görmezden gelin.
























4 Eylül 2016 Pazar

Wiener Staatsoper- Tag Der Offenen Tür

Merhabalar! Yazıya başlamadan önce Viyana Devlet Operasını 3 boyutlu olarak gezebileceğiniz linki veriyorum. İsteyenler okurken aynı zamanda gezinebilirler.
http://panorama.wiener-staatsoper.at/

Viyana Devlet Opera Binası'nın halka açık açılış gününden izlenimlerimi yazdığım yazımla sizlerleyim. Aslında sadece açılış gününde değil, yaklaşık 2 hafta öncesinde ayrı olarak Viyana Devlet Opera Binası turuna katılıp ayrıntılı gezmiş, bilgiler edinmiştim. İkisini bu yazıda birleştiriyorum. Her yıl sezon açılışında düzenli olarak halka açık tanıtım günleri yapıldığının haberini Türkiye'deyken almıştım. Aylardır bu günü bekliyordum desem yalan olmaz heralde.

Öncelikle konumundan bahsedecek olursak, Inner Stadt denen eski şehir merkezini çepeçevre saran Ring Caddesi üzerinde bulunuyor. Bina olarak Viyana'nın önemli yapılarından biri ama etkinlikler ve tarihi itibariyle dünyaca önemli konser salonlarından. Örneğin, Amadeus filmini izlemiş olanlar hatırlayacaktır, Don Giovanni'nin prömiyeri bizzat Mozart tarafından burada yapılmış...

Yazının geri kalanında da adı geçecektir ama kronolojik sıraya göre gitmekte fayda var, bir diğer önemli isim Gustav Mahler. 20. yüzyılın başlarında Mahler'in başa geçmesiyle opera/konser kültürü de önemli ölçüde yeniden şekilleniyor. Önceleri isteyenin istediği saatte girip çıktığı, performans sırasında herkesin birbiriyle konuşabildiği konserler geride kalıyor ve konser başladığı andan itibaren ışıklar sönüyor. Mahler'i besteci kimliğiyle tanımama rağmen konser adabını oluşturan kişi olduğunu bilmiyordum. Benim için en hoş ayrıntılardan biri oldu.

Balkondan

Tarihle devam edersek, Nazi dönemiyle birlikte bir çok çalışan işten atılıyor/öldürülüyor ve çoğu temsile yasaklar getiriliyor. 2. Dünya Savaşı ile bu bina, içindeki yaklaşık 120 operaya ait dekor ve 150.000 kostümle tahrip oluyor. 1955'teki yeniden inşaya kadar geçen süreçte konserler ve provalar Volksoper ve Theater an der Wien'de devam ediyor. 
İç mimariye gelecek olursak; savaş sırasında binanın epey hasar gördüğünden bahsettiysem de giriş katında lobi, merdivenler ve imparatorun çay salonu hiç etkilenmemiş. 

Merdivenlerden çıkarken dikkatli olmak lazım, dekorasyonun ihtişamına bakarken merdivenden düşmek pek mantıklı değil :)



Birinci katta görülen 7 heykelin her biri bir sanatı temsil edecek şekilde yapılmış. Yine çıkarken dikkat edeceğimiz bi diğer ayrıntı duvar tarafındaki heykellerde sağda opera, solda bale yazması. Bu binada yalnızca opera ve bale eserlerinin icra edildiği anlamına geliyormuş-konser, operet vs türler değil.

Üst kata çıktığımızda ünlü isimlerden adını alan çeşitli odalar görüyoruz. Sağ taraftaki Gustav Mahler Salonu-bir diğer adıyla Duvar Kilimi Salonu(tabi böyle yazınca tüm havası kaçtı). Böyle denmesinin sebebi de  Mozart'ın Sihirli Flüt operasından çeşitli sahnelerin duvar kilimi olarak dokunmuş olması.

Gustav Mahler Saal

Aynı zamanda bu oda Mahler'in başta olduğu zamanlardaki ofisi. Bestelerini yapmak için kullandığı küçük taşınabilir kuyruklu piyanosunu da en arka sağda görebilirsiniz.

Schwindfoyer

Bir diğer oda, Schwindfoyer. Burada da Herbert von Karajan başta olmak üzere çeşitli şeflerin büstleri ve duvarda eskiden popüler olup şimdilerde pek de bilinmeyen bestecilerin isimleri var. Bu fotoğraf da açılış günündeki dinletiden.

İmparatorun çay salonu yanlış hatırlamıyorsam 23 karat altınla döşenmiş. Başlarda da yazmıştım, savaştan zarar görmeyen ender odalardan, iç dekorasyonuna kadar korunmuş. Normalde halka açık olmayan bu oda özel röportajlar ya da fotoğraf çekimleri için açılıyormuş, bir de yaz aylarında turistler için-ama tabi ki içine girilmiyor.




Turla gittiğimde Ağustos sonuydu, yani sezon henüz açılmamıştı. Bu sayede normalde kapalı olan imparatorun locasından salonu görme fırsatım oldu.



Opera açılış gününde de her salonda farklı bir etkinlik var. Örneğin bi salon oda orkestrasına ayrılmış, konser gibi değil ama. Eser aralarında şef durduruyor, sorular soruyor, sohbet ediliyor, bilgi veriyor. Değişik odalarda değişik bestecilerle ilgili programlar var. Gidebildiğim kadarına gitmeye çalıştım ama ne yazık ki zaman yeterli değildi.

Bu da açılış gününden



Başka bir salonda değişik operalardan değişik kostümler yer alıyor. Kimisi sadece sergilenirken kimisini giyebiliyorsunuz. Hatta giydiğiniz kostümün hangi operanın kostümü olduğu da yazıyor. Ben Ariadne auf Naxos ile Macbeth'ten birer kostüm denedim :) Sadece elbiseler değil, aksesuarlar, peruklar ve maskeler de var. Görevlilerin güler yüzlü olması nedense beni daha da sevindirdi.
Burada dikkatimi çeken nokta, kıyafetlerin kadın erkek ve çocuk olarak ayrılmış olması. İsteyen çocuklara yüz boyama da yapılıyor. Düşünün 5 yaşında olsanız ve böyle eğlenceli bi etkinliğe katılsanız, hayatınız boyunca unutmazsınız. Sanata atıla ilk adım çok önemlidir ve bu tarz etkinliklerde çocuklara bu anlamda değer verilmesi beni çok mutlu etti. Bizde de İzDOB'un çocuk konserleri düzenlediğini biliyorum ama bu etkinlik gerçekten onunla karşılaştırılabilecek kıvamda değil :)






Kostümlerini giyip makyajlarını yapmış yaklaşık 20 kişilik bi ekip var. Tam anlamıyla kostüm partisi gibi, isterseniz fotoğraf çektirebiliyorsunuz, özellikle çocukların çok hoşuna gidiyor.






Opera açılış gününün belki de en önemli ayrıntısı sahne arkasını görüyor olmanız. Hatta sadece görmek de değil, sistemin nasıl işlediğini anlatan yarım saatlik bir gösteri de izliyorsunuz.
Sahne arkasına gelince, görebildiğim kadarıyla normal sahnenin 7-8 katı kadar büyüklükte. Hatta belki daha da büyüktür, sadece o kadarını göstermişlerdir bilemiyorum. Sis ve köpük makinaları, ışıklar, sürgülü sahneler(dekor demiyorum bakın, sahne) ve daha bir sürü ayrıntı.








Aynı zamanda yaklaşık 200 yıl öncesine kadar giden arşivden ünlü şeflerin yönettiği çeşitli notalar da sergileniyor.






Aylardır beklediğim bi andı ve her şey çok güzeldi fakat süre kısıtlı olduğu için her yeri gezemedim. Bale salonunu bulamadım mesela, ya da oturup müzik dinleyemedim. Bu açılış günleri iki ayrı oturumda yapılıyor, biri 14:00'de, diğeri 17:30'da başlıyor. Eğer gitme fırsatınız olursa erken gidip bol bol vakit geçirin, iki oturuma da kalın, kimsenin ne yapıyorsun diyeceğini sanmıyorum, biletlere bakmadılar bile.
Elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım, ne kadar başarılı oldum bilemiyorum çünkü açılış günü Almanca olduğu için açıklamalardan bir şey anlamadım. Daha önceden katıldığım İngilizce turdan aklımda kalanları paylaştım.
Umarım yakın zamanda Almanca öğrenirim, tekrar gelir tekrar ayrıntılı blog yazarım :)
Sevgilerle...














29 Ağustos 2016 Pazartesi

Ufak kaçamaklar köşesinde bu hafta: Salzburg

Hepinize merhabalar. Aslında bloga sık sık yazmam gereken bi dönemde olsam da pek vakit ayıramıyorum diyebilirim. 6-7 yazı yazsam anca anlatabileceğim şeyler birikti. Ben de bi yerde başlayayım deyip Bratislava seyahatimden söz edecektim fakat o kadar memnun olmamışım ki yazarken isteğim kaçtı. O yüzden ikinci bi seyahatimi bekledim ve şimdi Salzburg yazımla sizlerleyim. Klasik müzikle yakından ilgilenmeye başladığım son 5-6 senedir Salzburg’un yeri tabi ki Mozart’tan dolayı bende farklı. Çok uzun zamandır da görmek istediğim bi şehirdi, nihayet bu sene gidebildim.
Bratislava’ya otobüsle gitmiştim, bu sefer treni tercih edip Westbahn’dan gidiş dönüş biletimi aldım. Herhangi bi Avusturya üniversitesinde kalıcı öğrenci olmadığım için maalesef öğrenci indiriminden yararlanamadım(Misafir öğrenci olarak geçtiğim için Viyana içi ulaşımda da öğrenci indirimi yapmıyorlar). Gidiş dönüş toplam 50€’ya bilet aldım, ilk başta çok gibi geliyor ama trenin konforu ve hızını düşününce kesinlikle değdiğini düşünüyorum.
Bi yandan dışarıyı izleyip bi yandan müzik dinlerken trende kahvaltımı ettim, aynı zamanda da yazının bu kısmının taslağını oluşturdum.



Yaklaşık 2.5 saatlik bi yolculuğun ardından 10 civarı Salzburg’taydım. Küçük bi şehir olduğunu bildiğim için tren istasyonu şehir merkezinde olmasa da yürüyerek gitmeyi tercih ettim. Yaklaşık 15 dakikalık bi yürüyüşten sonra Mirabell sarayının bahçesine vardım. Viyana’da Schönbrunn sarayının bahçesine sık sık gittiğim için alışmışım, Mirabell onun yanında yavrusu gibi bi şeydi. Olumsuz anlamda söylemiyorum yanlış anlaşılmasın fakat Viyana’dan sonra herhangi bi şehirden aynı hazzı alabilmeyi beklemek mümkün olmasa gerek.


Mirabell’de gezinip fotoğraf çekme merasimimi tamamladıktan sonra Salzach nehrinin kıyısına geldim. Fotoğraflarda görmüştüm tabi ama bu kadar güzel olduğunu tahmin etmiyordum. 


Biraz yürüdükten sonra Google Maps’te önceden işaretlemiş olduğum noktalara ne kadar uzaklıktayım diye kontrol ettim. Özellikle gitmek istediğim iki müze vardı. En yakın olan Mozart Wohnhaus imiş, ondan başladım. Kronolojik olarak tersten başlamış oldum ama olsun.

Mozart Wohnhaus ailenin ilk evleri küçük gelmeye başlayınca taşındıkları ev. İkinci dünya savaşında epey hasar görmüş, rekonstrüksiyonu ‘96da tamamlanmış ve ikinci bi Mozart müzesi haline gelmiş. Mozart’ın Viyana’da kullandığı kemanı, fortepiano, organ, klavsen gibi özel koleksiyonun parçası önemli enstrümanlar da burada sergileniyor.


 Maria Anna(kız kardeşi), Leopold(babası), Anna Maria Mozart(annesi)’a ait odalar, özel eşyalar, mektup ve belgeleri görebilirsiniz. Çoğunlukla orijinal el yazması mektupların olması dikkat çekici. W.A. Mozart’ın ömrünün büyük kısmı yolculukla geçtiği için e o zaman da bi whatsapp, bi viber olmadığı için çok fazla mektuplaşılmış. Müzik tarihinin gün yüzüne çıkarılması anlamında bu belgeler epey önem teşkil ediyor. Şu ana kadar Mozart ile ilgili okuduğum kitaplar, yaptığım araştırmalarda hep bu belgelerden alıntı yapılıyor, bu belgeler referans gösteriliyor.


Kız kardeş Maria Anna-aile içindeki adıyla Nannerl’in odasını gezerken aklıma onunla ilgili şimdiye kadar düşünmediğim bi şey geldi. W.A. Mozart hep ablasının yeteneğinden, çok iyi piyano çaldığından bahsediyor. Baba Mozart’ın da kızına temel müzik eğitimi verdiğini biliyoruz. Hatta oğlu ve kızı küçük yaşlardayken onları değişik şehirlere götürüp yeteneklerini sergileme fırsatı veriyor baba Mozart. Ama ne hikmetse Nannerl kompozisyon öğrenmek istediğinde bu kadınların yapabileceği bir şey değil cevabını alıyor babasından(zaten o dönemlerde de müzik akademisine kadınlar alınmıyor).  Erken zamanlarda kendisi de üne kavuşuyor hatta 18. Yüzyılın kadın bestecileri arasında yerini alıyor ancak ilerki yıllarda “evlenme yaşına” geldiği gerekçesiyle müzik kariyerine devam edemiyor. W.A. Mozart diğer şehirlere seyahatlerine devam ederken-annelerinin de ölümüyle birlikte- ev işleri Nannerl’e kalıyor.
“She was always overshadowed by her brother” diye yazıyor bi açıklama kutucuğunda.
Evet, W.A. Mozart’ın dahi olduğunu biliyoruz. Nannerl onun kadar dahi miydi bilemiyoruz ama o dönemde bi kadın olarak sesinin duyurabilmiş, kendini nispeten kabul ettirip duyulmuş, yeteneği, çabası ve isteği olduğunu biliyoruz. O halde neden yazdıkları gibi “kardeşinin gölgesinde kalmış”? Neden Mozart denildiğinde akla Maria Anna Mozart değil de Wolfgang Amadeus Mozart geliyor-ya da neden ikisi birden gelmiyor? Varacağımız sonuç kuşkusuz “dönemin şartları” ve erkek egemen toplum düzeni olacak. Tıpkı Virginia Woolf’un yaklaşık 100 yıl önce Shakespeare’in kız kardeşi olsaydı ne olurdu diye sorduğu ve açıkladığı gibi…
Yani durum böyleyken “Neden kadın besteci yok?” diyerek son derece geçersiz bi argümanla kadınların zekasını hafife almaya çalışmaktansa “Neden önleri kesilmiş, yeterli imkan sağlanmamış?” diye sormak daha doğru. Fakat Woolf’un da dediği gibi, bu yüzyıl kadınların olacak.

Evet, feminist duyguları pekiştirdikten sonra Wohnhaus’a dönüyorum. Müzenin bir bölümü de aynı şekilde besteci olan W.A Mozart’ın oğlu Franz Xavier Mozart’a ayrılmış. Ayrıca W.A.Mozart’ın seyahatlerini anlatan, neden seyahat etti, nerelere gitti, ne kadar sürdü vb. sorular ve cevapları içeren 1-2 dakikalık kısa videolar yapılmış. Bilgilerimi tazeledikten sonra çok da oyalanmadan ayrıldım, malum günübirlik geldiğim için zaman önemli. Salzach nehrinin karşı kıyısına geçip 2. Durağım olan Mozart Geburtshaus’a geldim. 


Biletimi alıp üst kata çıktım(Bu arada iki müze için kombine bilet alırsanız daha uygun fiyata geliyor). Normal müzelerden farklı olarak sesli rehber olmamasının yanında ilk katta ücretsiz wifi köşesi var, buradan ücretsiz olarak müzenin uygulamasını indiriyorsunuz isterseniz. Fakat ekstra bilgi yok, zaten aynıları duvardaki kutucuklarda yazıyor, sesli rehber de mevcut değil. Dil seçenekleri var ama Türkçe olmadığı için pek de değişen bir şey yok, telefondan bakacağınıza duvarda yazılanı okumak daha mantıklı. 





W.A. Mozart’ın çocukluğunda kullandığı yaklaşık yarım-çeyrek arası kemanı, aileye ait mektuplar, en ilginci de seyahatleri sırasında kullandıkları bazı eşyalar, aile bireylerinin ve kendisinin portreleri, onların adına yapılmış çeşitli resimler, nota karalamaları, çeşitli özel eşyalar bu müzede.









Sihirli Flüt operasının '91 Brüksel temsilinden bi sahnenin dekoru

En üst kattaki turlarını bitirenler için bilgisayar odası gibi bir şey var, isteyenler gidip belirli eserleri dinleyip eser hakkında derin ve ayrıntılı bilgi alabiliyor. Ayrıca bi katı da Mozart ve Opera olarak isimlendirip Mozart'ın operalarıdan çeşitli sahnelerin maketlerini, afişlerini, dekor örneklerini koymuşlar, dilerseniz kısa videolardan da bilgi alabiliyorsunuz. Müzeden çıkmadan son uğradığınız durakta da 18. yüzyılın Salzburg'unun gelenekleri, yaşam tarzı vb konularda bilgi alıp en sonda orjinale en yakın şekilde döşendiği söylenen odayı görebilirsiniz.



Çıktığımda dönüş trenime yaklaşık 3-4 saat vardı. Amacım da belli başlı tarihi kiliseleri görüp, şehir manzarasını görebileceğim Hohensalzburg kalesine çıkıp en son bi cafede apfelstrudel yemekti. Fakat bütün gün neredeyse hiç oturmadığım ve toplu taşıma kullanmadığım için daha fazla yürümeye mecalim kalmadı, zamanım da kısıtlı olduğu için bi yerlerde oturma fikrimi gerçekleştiremedim. 

Hangi kiliseden olduğunu hatırlayamadığım tavan detayı

Salzburg katedrali, St. Peter's kilisesi ve Franciscan kilisesine gittikten sonra ufak bi kaç hediyelik alıp-çok geç kalmamak gerekiyor, 6-7den sonra her yer kapalı- kaleye çıkmaya başladım. 


Epey gittikten sonra fark ettim ki kaleye giriş ücretli ve müzeyi de kapsıyor. Yeterli zamanım olmadığı için tepeye çıkmaktan vazgeçtim ve yavaş yavaş aynı yoldan geriye dönüp Salzburg'da ilk uğradığım yer olan Mirabell bahçelerine geldim. Daha fazla yürümeye mecalim olmadığı için mecburen otobüse binip tren istasyonuna geldim.

Tepeye çıkamamış olsam da kaleden Salzburg manzarası

Trende de geçirdiğim günü düşünüp notlar alırken Salzburg için yalnızca bir gün ayırmakla hata ettiğimi fark ettim. Kesinlikle en az 2 günü hak eden bir şehir-ki eğer booking.com ile bi kaç hafta önce yaşadığım talihsizlik olmasaydı bir gece konaklamayı düşünüyordum. Fiziksel yorgunluğuma rağmen "ölmeden önce yapılacaklar" listemden bi kaç şeyi daha çıkarmanın huzuruyla müzik dinleyip blog yazımın taslağına devam ederek tren yolculuğumu tamamladım.

Bratislava hayal kırıklığımın ardından Salzburg beni tam anlamıyla tatmin eden bir şehir oldu. Bu yazının bi başlangıç olmasını ve Viyana'daki diğer müzelerden izlenimlerimi yazmaya devam etmeyi umuyorum,
Sevgilerle.






14 Ağustos 2016 Pazar

Sonunda Viyana...

Son zamanlarda ülke olarak geçirdiğimiz talihsiz olayların gidiş tarihime çok yakın yaşanmış olması sebebiyle epey stresli günler geçirdiğim doğrudur. 2 senedir araştırıp ayarlamaya çalıştığım, bu süreçte ömrümden ömür alan staja gidemeyecek olma fikri bile beni zihinsel olarak epey yormuştu. Neyse ki sonuç olarak kazasız belasız bi şekilde Viyana'ya indim, yurduma yerleştim, okuluma başladım, düzenimi oturttum... 2 haftam çoktan geçmiş olmasına rağmen gerek okulun yoğunluğu gerekse benim alışma sürecimden dolayı blog için yazı yazmayı bi kenara bırakın istediğim kadar gezemedim bile. Yine de bi yerden başlamak gerekir diye düşünüp en azından bu hafta sonunda ne yaptığımdan bahsetmek istedim.
İlk başta cumartesi için gezmeyi planladığım 3 müze vardi. Daha önceden Viyana'da yaşamış olan bi arkadaşım(buradan çoook öpüyorum onu) zaman yetmeyeceğini söyleyince onun tavsiyesiyle sayıyı 2'ye indirdim.(Upper Belvedere ve Leopold Museum) İyi ki de öyle yapmışım, Upper Belvedere'yi tam anlamıyla gezmek yarım günümden fazlasını aldığı için Leopold Museum başka bir güne kaldı.
Saat 10 civarı orada olacak şekilde tramvaya atlayıp aktarmasız olarak kolayca ulaştım Belvedere'ye. Bahçede gezinip bi kaç fotoğraf çektikten sonra biletimi alıp yıllardır okuyup araştırdığım eserleri canlı görecek olmanın heyecanıyla girdim müzeye.





























Yalnız gezdiğim için girişte sesli rehberlerden aldım(Türkçe dil seçeneği yok fakat başka birkaç dil seçeneği var, ben İngilizce aldım). Epey öğreticiydi, giderseniz almanızı tavsiye ederim. Tek sıkıntı ayrıntılı dinleyip müzeyi gezdikten sonra normalden fazla yoruluyor olmanız, o kadar da olsun değil mi? :)

Dönemler/akımlara göre bölümlere ayrılan müzeyi gezmeye ortaçağ sanatı bölümünden başlayıp yakın döneme kadar geldim. O kadar görkemliydi ki şu an nasıl yazıya dökeceğimi gerçekten bilmiyorum. Dünyanın en büyük Klimt koleksiyonunun bu müzede olduğunu okumuştum tabi Viyana denince akıllara gelen Klimt'in meşhur The Kiss'i de buradaydı. Yıllardır kitaplardan, internetten araştırdığım ressamlar, tabloları, mitolojik hikayeler... 
Hepsi bi anda karşımdaydı. Özellikle üç eserde kendimi tutamayıp gözlerimin dolduğunu yazmasam olmaz:
-Bir çok ressamın tablosuna konu olan hikayesiyle Klimt'in Judith'i
-Dramatik hikayesi ve komposizyonuyla Schiele'in The Family'si
-Delocroix'nın George Sand'a hediye ettiği natürmort(bunda duygulanacak ne vardı gerçekten bilmiyorum)
Bunların dışında ilk defa karşılaşıp özellikle not aldığım eserlerden bazıları:
-Makart-The Five Senses
-Romako-The Rose Picker



Tam anlamıyla burayı gezmem 4.5 saatimi aldığı için ikinci bi müzeye gitmeye vaktim ve enerjim kalmamıştı. Yorgun bi halde yurduma dönüp ertesi günümü planladım.


Her ayın ilk pazar günü Viyana'da bazı müzeler ücretsiz oluyormuş(Tubişko'ya tekrar öpücükler). Tabi ki gelirken bunu bilerek geldim ve pazar günümü sadece ve sadece müzelere ayırıp gidebildiğim kadarına gittim.
Her 3-4 günde bir 1. Bölge'de şehrin simgesi haline gelmiş Aziz Stephan Katedrali'ne gidip şöyle bi havasını alıp çıkıyorum. Özellikle eski dini yapıların mimarisinden etkilenmemek elde değil, cami de olsa katedral de olsa insanın dili tutuluyor. Ben de hazır müzeler için 1. Bölge'ye gidecekken sabahleyin tekrar uğradım katedrale, pazar ayini yapıyorlarmış. Tabi Almancam olmadığı için dediklerini anlamadım ama biraz oturup müzik dinledim, insanları izledim ve geri çıktım.
İlk durağım Römermuseum oldu. Yaklaşık 2000 yıl önce Roma Imparatorluğu'nun kuzey sınırını korumak için bu bölgede kurulmuş olan askeri kampın kalıntılarından oluşan küçük bi müzeydi. Doğrusunu söylemek gerekirse beklentilerimi pek karşılamadı(legolardan kaleyi savunan askerlerin maketini yapmışlar, bi müze için pek profesyonel gelmedi bana), daha çok görsel ve sesli kaynaklara odaklıydı. Askerler ve sivil halktan kalan pek fazla kalıntı da yoktu. Yine de arkeolojiyle daha sıkı iliskişi olanların ziyaret edebileceği bir müze.
Öğleden önce 1. Bölge'de gitmeyi planladığım diğer müze saat müzesiydi(Uhrenmuseum). 3 katlı olmasına rağmen nispeten küçük bu müzede üst katlara çıktıkça zaman dilimleri de değişiyor, günümüze yaklaşıyorsunuz. Katedrallerin devasa saatlerinden küçük cep saatlerine kadar yaklaşık 700 saatin olduğunu duydum, sırasıyla gezdiğinizde dönemlere göre dekorasyon zevklerin ne ölçüde değiştiğini de kestiriyorsunuz. Saatlerin yıllara göre serüvenini görmek isteyenler bu şirin müzeyi gezebilirler. Üst katlara çıkarken pencereden baktığınızda küçük ve dar Viyana sokaklarından geçen at arabalarını görmeniz de bir diğer tatlı ayrıntı.

   


Yaklaşık 1 saatlik öğle molamın ardından Viyana Müzesi'ne geldim. Karlsplatz metro istasyonunun hemen yanında olmasına rağmen ters yönden çıktığım için yeri bulmakla biraz zaman harcadım. Yön bulma engelli bi insan olmama rağmen Viyana'da kaybolabilmek gerçekten imkansız. İnternetiniz olmasa bile haritanız varsa tabelalardan, sokak isimlerinden rahatça bulabilirsiniz. Ki internetiniz varsa Google Maps vb. uygulamalar hayat kurtarıcı oluyor(şahsen benim için öyle:)

Viyana Müzesi'nin sabah gittiğim küçük müzeler gibi olacağını düşünerek yanılmışım, belki de 2 saatten uzun zamanımı aldı. Tarih öncesinden 20. yüzyılın ortalarına kadar olan zaman dilimine Viyana'nın değişimini görebiliyorsunuz. Roma döneminden çeşitli arkeolojik bulgular, Aziz Stephan Katedrali'nden getirilmiş heykeller ve çeşitli örnekler, belli dönemlerden ev eşyaları, kıyafetler, kullanılan özel eşyaların yanı sıra dönemlerine göre çeşitli sanatçıların tabloları, Avusturyalı yazar Grillparzer'in orjinal eşyalarıyla odası yeniden inşa edilmiş(doğrusu böyle bi yazar konusunda hiç mi hiç bilgim yoktu). Osmanlıyla ilgili de bi bölüm ayırmışlar; Viyana kuşatmasında kullanılan silahlar, savaşı betimleyen kocaman bi tablo, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın portresi gibi. Bir diğer ilginç sergi de şapka sergisiydi. Şapka da deyince de pek doğru olmadı gerçi, insanların kafalarına taktıkları şeyler demek daha iyi bi tanımlama olur. Türlü türlü şapkadan tutun da duvağa, baş örtüsüne, fese bi çok farklı kültür ve dönemden örnekler vardı. Şu an devam etmekte olan  "Vienna around 1900" sergisinde de Schiele, Klimt gibi sanatçıların yanında birisi daha vardı ki öğrendiğimde epey şaşırdım: Arnold Schönberg. Besteci olmasına rağmen bir çok tablosu varmış, hatta arkadaşı besteci Alban Berg'in portresini de yapmış, Schönberg'in bu yönünü öğrenmem ilginç bi ayrıntıydı.



Bu müzeyi de gezip bi kaç arkadaşıma(tekrar öpücükler) ufak bi şeyler aldıktan sonra Beethoven'ın 8 yılını geçirdiği evine gitmek üzere yola koyuldum. "Beethoven'ın evi" deyince çok büyük bi şey gelmesin aklınıza, bi apartmanın dördüncü katında küçük bi daire. Gisedeki gorevlinin kaba davranisina uyuz oldum ama tabi ki bu keyfimi bozmaya yetmedi, uzun zamandir burayi ziyaret etmeyi istiyordum sonucta krali gelse moralimi bozamazdi :) 4, 5, 7, 8 no.lu senfoniler, tek operası olan Fidelio ve herkesin bildiği Für Elise'in de içinde bulunduğu bir çok eser bu evde bestelenmiş.




Kullandığı kişisel eşyaları, en önemlisi piyanosu, kendi el yazısıyla bi kaç mektup ve yine el yazması notalar, konser afişleri, portresi vs. sergileniyordu. Dediğim gibi küçük bi apartman dairesi olduğu için gezmeniz çok da uzun sürmez. Her ayrıntıyı dikkatle okuyup incelediğim halde maksimum 1 saatimi aldı. En sonda küçük bi müzik kutusu tarzında bir şey yapmışlar. Beethoven'ın önemli 10 eserinin ünlü şef/yorumculardan icrasını koymuşlar, isteyen sandalyeye oturup dinleyebiliyor. Tabi ki benim tercihim 7. Senfoni oldu. Iki bolümü kayıtlıydı ikisini de dinledim. Kapanana kadar kalıp hepsini dinlemek isterdim ama zamanımın az kaldığını düşünerek ayrıldım. (Alt kattaki Beethoven Shop'tan bi kaç ufak şey alarak Schubert'in doğduğu eve doğru yola koyuldum.




Beethoven'ın dairesinin penceresinden...

Bu sefer aktarma yapmama gerek kalmadan 37 numaralı tramvaya bindim ve binince fark ettim ki okulun durağiıdan geçiyor. 2 durak öncesi Beethoven'ın, 2 durak sonrası Schubert'in evi olan okulu bırakıp Çiğli'ye dönecek olduğumu tekrar hatırlamam bile moralimi bozmadı(düşünün o kadar mutluymuşum).


Yaklaşık 4-5 durak gittikten sonra 5. ve son durağım olan Schubert Geburtshaus'a varıyorum. Kapıdan girdiğimde aşırı derecede "babaanne evi"ni andırıyor. 2 katlı müstakil ve ufak da bahçesi var.





Alt katı kapalıydı, sanırım müze olarak kullanılmıyor. Üst kattan başladım gezmeye. Franz Schubert 4.5 yaşına kadar burada yaşadığı için çok da fazla özel eşyası yok ancak en bilindik portresi, meşhur gözlüğü, bi süre kullandığı piyanosu, aileye ait resimler, el yazması notalar vs bulabilirsiniz.



 


Beethoven'ın dairesinde olduğu gibi burada da müzik kutusu vardı. Benim ilk tercihim No:4 Impromptu'dan yana oldu. Sonrasında bi kaç eser daha dinledim. Saat 6'ya geliyordu, malum müzelerin kapanma saati. Yavaşça toparlandım, anı defterine bi şeyler yazıp hediyelik ufak tefek şeyler aldım ve ölmeden önce yapılması gerekenler listemden bi kaç şeyi eksiltmiş olmanın huzuruyla evime döndüm.




Belki de yazdığım en uzun blog yazısı oldu, her birini tek tek anlatabileceğim güzellikte yerleri tek bi yazıya sığdırdım, çok ayrıntı veremedim ama sıkıştırılmış halde bu kadar oluyor :) 
Bi sonraki yazıda görüşmek üzere,

Sevgilerle...

12 Mayıs 2016 Perşembe

"Roberto Zucco kaçtı. Yine. Onu kim gözetliyordu ki?"

Ufak bi değişiklik yaparak gittiğim etkinliği değil, bizzat içinde bulunduğum bi etkinliği paylaşmak istiyorum: Roberto Zucco. Öncelikle bu yazının bir inceleme yazısı olmaktan çok anı olduğunu söylemem gerekir. (Tiyatroya inceleme yazısı yazmak için daha çok fırın ekmek yemem gerekiyor...)
Çoğunuzun bildiği üzere İzmir Katip Çelebi Üniversitesi'nde okuyorum(hayır, özel üniversite değil devlet üniversitesi). Henüz yeni bir okul olmasına rağmen 4 senedir aktif olarak faaliyetlerini sürdüren bi tiyatro topluluğumuz var. Bu sene bana da müziklerini yapmam için teklif getirdiler ve birlikte çalıştık. Elimizdeki kısıtlı imkanlarla yapabileceğimizin en iyisini yaptığımızı düşünüyorum. 'Kısıtlı imkan'dan kastımın ne olduğundan yazımın ilerleyen kısımlarında bahsedicem.


Biraz oyunumuzdan bahsedeyim. Bernard Marie Koltes'in ölmeden önce yazdığı son oyunu olan Roberto Zucco, İtalyan bi seri katilin(Roberto Succo) hayatından esinlenilmiş olsa da Succo'dan çok yazardan izler taşıyor deniliyor. Koltes hayatının büyük bölümünde toplum normlarının dışında, aykırı bi adam olmuş, Zucco da öyle. Ve oyun bittiğinde seri katil kimliğinden ziyade Zucco'yu kahraman olarak görüyoruz, kimimiz ona acıyor, kimimiz üzülüyor, kimimiz onu yüceltiyor ama ona karşı sempati duyuyoruz. Zucco ise kahraman olmadığını söylüyor:

"Ben kahraman değilim. Kahramanlar katildir. Giysileri kana bulanmamış kahraman yoktur, kan ise dünyada görünmez olmayan tek şeydir ... Her şey yıkıldığında, dünyayı kıyamet sisi kapladığı zaman, kahramanların kanla kaplı giysileri kalacaktır."
Ve aslında herkesin potansiyel katil olduğunu:

"Şu delilere bakın, nasıl da kötüler ... Ben katili bir bakışta tanırım, giysileri kanlı olur. Burada bunlardan her yerde var, sakin olmalıyız. Gözlerinin içine kımıldamadan bakmalıyız. Bizi görmemeliler, şeffaf olmalıyız ... Bizi fark ederlerse işaret beliriverir ve öldürürler, öldürürler ... Herkes sadece işareti bekliyor."

Zucco sıradanlığının dışına çıkıp bunun farkına varabilmiş insanları seviyor, bu yüzden de şık kadın ve yaşlı adamla iyi anlaşıyor-en azından onları öldürmeye teşebbüs etmiyor. Zucco'nun doğrudan insanları öldürmek gibi bi amacı da yok zaten. Tıpkı bi "gergedan" gibi, önüne çıkan hayvanları eziyor ve sıradan insanları öldürerek onları sıradan hayatlarından kurtarıyor.

"Benim düşmanım yok, ben saldırmam. Diğer hayvanları kötülükten değil, onları görmediğim için, üzerlerine bastığım için öldürürüm."


Ve bu oyunda amacımız bu "sıradan" hayatlarını yaşayan seyircileri olabildiğince rahatsız etmekti. Hepimiz birer katil olabiliriz, bir orospu pekala merhametli olabilir, halkın içinden insanlar polislerden daha cesur olabilir...
En önemli vurgulardan biri de alışılmış aile düzenine ve toplumsal cinsiyet rollerine yapılıyor. 15 yaşında kız çocuğunun tecavüze uğradıktan sonra ailesi tarafından reddedilmesi, bütün düzenin bekaretini kaybetmesiyle altüst olması, sonrasında abisi tarafından pazarlanması ve kızın bu durumdan kurtuluş yolu olarak tecavüzcüsüne-Zucco'ya- kurtarıcı gözüyle bakması gibi.

Oyuna kısaca değindikten sonra Denizli maceramız ve aksiliklerden bahsetmemek olmaz. Otobüsü beklerken dekorların devrilip kırılması, otobüsün geç gelmesi, dekorların otobüse sığmaması, dekorlar için nakliye ücretini okulun karşılamaması(Zaten neye destek oldular ki? Genel prova alırken bile amfide çalıştığımız oldu, her çalışmaya evimden kendi orgumu getirdiğimizi saymıyorum bile), 6 saat geç yola çıkmak...
Her şeyin sonunuda Denizli'ye vardığımızda onları epey bekletmiş olsak da bizi çok enerjik karşıladılar, kahvaltımıza kadar elleriyle yaptılar. İmkanları bizimkinden kat kat iyiydi; akustiği güzel salonları, Kawai kuyruklu piyanoları, dört dörtlük kulisleri... Eğer okuyorlarsa, hepsine tekrar teşekkür ediyorum.

Kulisten


Bu oyun benim için önemliydi çünkü önceden sahne tecrübem olsa da ilk defa bi tiyatro için müzik yapıyordum ve ilk defa turneye gidiyordum. Neyse ki amatör bi tiyatro topluluğu olarak elimizden gelenin en iyisini yaparak alnımızın akıyla altından kalkabildik. 2 saatten az uykuyla-ya da uykusuz- sahnedeydik ve provalardan daha iyi bi performans ortaya koyabildik. Eh, kendi adıma söylersem piyano çok çok güzeldi, tabureye oturdum ve gerisi nasıl geldi hatırlamıyorum bile.
Bu macerada birlikte olduğum ekip arkadaşlarımı da -başta yönetmenimiz olmak üzere- ayrı ayrı tebrik ediyorum.
(Güzel zamanlardan geriye-tüm oyunu neredeyse ezberlemiş olduğum için aklımda uçuşan replikler kaldı...)

Sevgilerle...









8 Nisan 2016 Cuma

Fazıl Say/Oda Senfonisi Op.62 (Türkiye Prömiyeri) - Karşıyaka Belediyesi Oda Orkestrası(KODA)


Yaklaşık 1.5 aylık uzun sayılabilecek bi aradan sonra tekrar yazıyorum. Aynı hafta içinde 1 sunumum 1 de sınavım olmasına rağmen 2 ayrı konser için bilet aldım-neyse ki sınav iptal oldu-. Bu konserlerin ilkinden bu yazımda bahsedicem.
Konserden son anda haberim olduğu için davetiye ayarlamakta epey geç kaldık ama bulabildik. Aslına bakarsanız hem bir prömiyer olması, hem de Karşıyaka'da olması sebebiyle salonun daha kalabalık olmasını bekliyordum ama yan koltuklar ve balkon nispeten boştu.
KODA'ya gelirsek, yaklaşık 2 senelik yeni bi orkestra olmalarına rağmen Naci Özgüç, Rengim Gökmen gibi hocalarla çalışıyorlar ve sezon içinde birçok konserleri oluyor. Çoğuna katılamıyorum tabi ki fakat en son bu yaz Turgutreis'te D-Marin klasik müzik festivalinde onları dinlemiştim.
Bu konserde de böylesine bi eserin hakkıyla üstesinden geldiklerini düşünüyorum. (Tabi ki Naci hocanın da emeği büyük)





Eser ilk defa geçen sene bu vakitlerde New York'ta Orpheus Oda Orkestrası tarafından icra edilmişti. Bir röportajlarında karakteristiği Türk kültürü ve ezgileri üzerine kurulu bir eser olduğu için çalışırken eserin ruhunu vermekte zorlandıklarını söylemişlerdi. Dinledikten sonra Orpheus'un neden melodiyle ilgili sorunlar yaşadığını daha iyi anladım çünkü bu eserde Say, diğer birçok eserinde kullandığı geleneksel motifleri kullanmış.

Yaklaşık 20 dakikalık olan bu eserde 3 bölüm var:
Introduction
Nocturne
Finale

İlk bölüm 7/8lik ve klasik Türk müziğinde kullanılan ritim kalıpları ve makamlar kullanılmış. İlk bölümün sonları ise bölüm başına göre daha düşük tempoda ve eski İstanbul nostajisi ve melankolisini bize hissettiriyor.
İkinci bölüm, Nocturne, diğer iki bölüme göre daha sakin ve romantik karakterde.
Eski İstanbul'un nostajik atmosferini Final bölümünde daha net görüyoruz. Balkan orijinli dans müzikleri başta olman üzere Osmanlı zamanındaki zengin etnik kültürün kalıntılarından beslenen final bölümü enerjisiyle insanı gerçekten etkiliyor.
Bir diğer dikkatimi çeken taraf ise yaylıların perküsyonda kullanılmış olması. Nereden geliyor bu ses deyip dikkatli baktığımda çelloculardan birinin enstrümanın gövdesine vurarak ses çıkardığını fark ettim. Ne güzeldi o an :)

Oda Senfonisi'ni gerek stil gerekse doku anlamında İstanbul Senfonisi'ne yakın buldum. (Özellikle Nostaji ve Alem Gecesi bölümleriyle). Bi parantez açıp İstanbul Senfonisi'ne değinmeden yazıya devam etmek istemiyorum. Fazıl Say'ın eserleri arasında İstanbul Senfonisi benim için çok önemli bi yere sahip. Bir şeyler üzerine kafa yormaya başladığımdan beri bi şehri güzelleştiren şeylerin kültür, tarih ve insanlar olduğunu düşünürüm. İşte bu eser de İstanbul'u kültür-tarih-insan bazında ele alıyor ve karşımıza mükemmel bi uyum içerisinde İstanbul'u veriyor. Konuyu dağıtmamak adına Oda Senfonisi'ne geri dönersek, konu ve ele alınış biçmi bakımından önemli benzerlikler gördüğümden olacak ki Oda Senfonisi beni tatmin eden bir eser oldu.

Hiç kuşkusuz bu tarz bir eser, kültürümüzün dünyaya temsil edilmesinde önemli bir rol oynuyor.
Milletlerden ziyade kültürlerin ön plana çıktığı şu devirde, bu kültürün içinden gelip yine bu kültürü İstanbuluyla, Mezopotamyasıyla, Nazımıyla, Aşık Veyseliyle dünyaya tanıtmak, bu coğrafyada doğmuş bir sanatçı için önemli bir görevdir ve Fazıl Say bir sanatçı olarak bu görevini layıkıyla yerine getiren bir isimdir.
Dünyaca ünlü konser salonlarında, ünlü müzik eleştirmenleri ve binlerce müzikseverin önünde bu müzik icra ediliyor. Ve sadece klasik Türk müziğini değil aynı zamanda kültürünü de dinleyiciye aktarılıyor. Mozart'tan Janacek'e çoğu besteci kendi kültürel ögelerini evrensel müziğe aktarıp ölümsüzleştiriyorlar.  Hele ki klasik Türk müziği gibi köklü ve zengin bi mirasa sahip çıkıp harmanlayarak dünyaya tanıtan değerli insanlara nasıl "vatan haini" diyebiliyorlar anlamak güç.

Son olarak da yazımı eserin ilk icrasını yapan Orpheus Oda Orkestrası'nın röportajdan aldığım bi alıntıyla bitireyim.

"Fazil likes to try things out,mix genres in his compositional style and use cultural influences from the Middle East, specifically Turkey, in ways similar to Bartok with Hungarian references or Kodaly with Czech ones. We haven't seen the Turkish influence in classical music publically at this high level of art until now. In our changing, globalizing world, he is a very important musician and composer tor bring to a New York stage and the perfect collaborator with Orpheus."



Sevgilerle...

20 Şubat 2016 Cumartesi

Madama Butterfly - İzmir Devlet Opera ve Balesi

Şubat ayının sonlarından herkese merhaba. 13 Şubat tarihli Madama Butterfly temsilinden izlenimlerimi derleyip sizinle paylaşmaya karar verdim. Erken davranıp satışa çıktığı gün biletlerimizi aldığımız için ön sıralardan yer bulabilmiştik. Her ne kadar Elhamra küçük bir sahne olsa da özellikle mimikleri görebilmek açısından önlerde oturmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Eser ilk kez 1904'te La Scala'da sahnelendiğinde gerekli ilgili görmemiş. Butterfly'ın ilk gecesinden sonra Puccini "İzleyici Butterfly'ı beğenmedi ama vicdanım rahat" diye telgraf çekmiş. Dönemin La Scala direktörü de bu eserin başarılı olacağını umuyorduk, bizi hayal kırıklığına uğrattı diyor. Hatta o dönemde İtalyan eleştirmenler tarafından epey eleştiriliyor. Fakat tam da bestecinin öngördüğü gibi, eserin sanatsal değeri ölümünden sonra anlaşılıyor.


Dünya prömiyerinde Cio Cio San'ı canlandıran
İtalyan soprano Rosina Storchio
Tıpkı natüralist yazarların romanları için yaptıkları gözlemler gibi o zamanlar natüralizme yönlenen Puccini de Butterfly için Japon etnografyasını ve müziğini incelemiş. Fakat bu incelemeler müziğe Japon melodileri eklenmesinden ziyade müziğe kaynaştırılmasıyla sonuçlanmış. Yani ilk duyduğumuzda "Evet, bu bir Japon ezgisi" demesek de sahneyle birlikte düşündüğümüzde müziği besleyen bi unsur olduğunu görebiliriz.
3 perde olan eserin ilk perdesinde, görev üzerinde Nagazaki'ye gelen Amerikalı deniz subayı Pinkerton burada tanıdığı geyşa Cio Cio San(Madam Butterfly) ile Japon adetlerine göre evlenmek ister. Bunun için Goro isimli bir çöpçatanla anlaşıp ev ve hizmetçi tutar. Pinkerton her ne kadar bu evliliği geçici bir eğlence olarak görse de Butterfly teğmenin kendisine gerçekten aşık olduğuna inanmaktadır. Kendi Japon benliğini inkar edip bundan sonra Amerikan olarak anılmak ister, hatta dinini değiştirip Hristiyanlığa geçer. Evlilik töreni sırasında bunun duyulması üzerine tüm akrabaları ona yüz çevirir ve birinci perde teğmenin Butterfly'ı avutmasıyla sona erer.
İkinci perdenin ilk yarısında Butterfly çocuğuyla birlikte aylar boyunca Pinkerton'ın Amerika'dan dönmesini bekler. Çevresindekiler eşinin gelmediğini ve Japon yasalarına göre artık evli sayılmadığını söylese de o "Amerikan usüllerine" göre evli olduğunu ve kocasının döneceğini düşünür. İkinci perdenin sonunda Pinkerton'ın gemisi Nagazaki limanına yanaşır. O sırada Butterfly ümitle -belki de bu operanın en dokunaklı aryası olan- "Un bel di vedremo"yu söyler.
İkinci perdenin ikinci yarısında Butterfly kocasının evine dönmesini beklerken Amerikalı bir kadınla evlenmiş olan teğmen yeni karısıyla eve gelir ve çocuğu alıp Amerika'ya götürmek ister. Bunu öğrenen Butterfly yıkılmıştır, yarım saat sonra çocuğu alabileceklerini söyler ve "Con onor muore" aryasından sonra harakiri yaparak intihar eder. Pinkerton geldiğinde Butterfly'ın cesedini bulur, çocuğuna sarılıp ağlarken perde kapanır.
Eser 3 perde olsa da İzdob yorumunda 3. perde yerine 2.perde iki yarıya bölünmüştü.(Hatta temsil sırasında ara yok muydu diye kafamız karıştı:)

Amerikalıların bencilliğini, emperyalist ilerlemeye bağlı kendilerini diğer kültürlerin otoritesi olarak görmelerini ima edilmiş. Doğrudan bir mesaj kaygısı gütmese de yerli Japon kültürünün "barbarlığı"na karşı Amerika'nın "demokratik" uygarlığını tercih eden Madam Butterfly karakterini incelemek bu algıyı görmek için yeterli.

Ve son olarak, bu operayı Elhamra yerine Ahmet Adnan Saygun'da izlemeyi daha çok isterdim çünkü burada hem salon küçük, hem akustikten midir mikrofondan mıdır bilmem, orkestranın sesi zaman zaman solistleri bastırıyordu. Dekorlar ise az ve özdü diyebilirim.
Madam Butterfly rolünde Derya Kırcalı Gürlük ve teğmen Pinkerton rolünde Mok Arranz'ı dinledik.
Bu sezon içerisinde izlemek isteyenler ellerini çabuk tutup bilet alırlarsa 5-7 Mart'ta Elhamra Sahnesi'nde izleyebilirler.

Sevgilerle...