14 Ağustos 2016 Pazar

Sonunda Viyana...

Son zamanlarda ülke olarak geçirdiğimiz talihsiz olayların gidiş tarihime çok yakın yaşanmış olması sebebiyle epey stresli günler geçirdiğim doğrudur. 2 senedir araştırıp ayarlamaya çalıştığım, bu süreçte ömrümden ömür alan staja gidemeyecek olma fikri bile beni zihinsel olarak epey yormuştu. Neyse ki sonuç olarak kazasız belasız bi şekilde Viyana'ya indim, yurduma yerleştim, okuluma başladım, düzenimi oturttum... 2 haftam çoktan geçmiş olmasına rağmen gerek okulun yoğunluğu gerekse benim alışma sürecimden dolayı blog için yazı yazmayı bi kenara bırakın istediğim kadar gezemedim bile. Yine de bi yerden başlamak gerekir diye düşünüp en azından bu hafta sonunda ne yaptığımdan bahsetmek istedim.
İlk başta cumartesi için gezmeyi planladığım 3 müze vardi. Daha önceden Viyana'da yaşamış olan bi arkadaşım(buradan çoook öpüyorum onu) zaman yetmeyeceğini söyleyince onun tavsiyesiyle sayıyı 2'ye indirdim.(Upper Belvedere ve Leopold Museum) İyi ki de öyle yapmışım, Upper Belvedere'yi tam anlamıyla gezmek yarım günümden fazlasını aldığı için Leopold Museum başka bir güne kaldı.
Saat 10 civarı orada olacak şekilde tramvaya atlayıp aktarmasız olarak kolayca ulaştım Belvedere'ye. Bahçede gezinip bi kaç fotoğraf çektikten sonra biletimi alıp yıllardır okuyup araştırdığım eserleri canlı görecek olmanın heyecanıyla girdim müzeye.





























Yalnız gezdiğim için girişte sesli rehberlerden aldım(Türkçe dil seçeneği yok fakat başka birkaç dil seçeneği var, ben İngilizce aldım). Epey öğreticiydi, giderseniz almanızı tavsiye ederim. Tek sıkıntı ayrıntılı dinleyip müzeyi gezdikten sonra normalden fazla yoruluyor olmanız, o kadar da olsun değil mi? :)

Dönemler/akımlara göre bölümlere ayrılan müzeyi gezmeye ortaçağ sanatı bölümünden başlayıp yakın döneme kadar geldim. O kadar görkemliydi ki şu an nasıl yazıya dökeceğimi gerçekten bilmiyorum. Dünyanın en büyük Klimt koleksiyonunun bu müzede olduğunu okumuştum tabi Viyana denince akıllara gelen Klimt'in meşhur The Kiss'i de buradaydı. Yıllardır kitaplardan, internetten araştırdığım ressamlar, tabloları, mitolojik hikayeler... 
Hepsi bi anda karşımdaydı. Özellikle üç eserde kendimi tutamayıp gözlerimin dolduğunu yazmasam olmaz:
-Bir çok ressamın tablosuna konu olan hikayesiyle Klimt'in Judith'i
-Dramatik hikayesi ve komposizyonuyla Schiele'in The Family'si
-Delocroix'nın George Sand'a hediye ettiği natürmort(bunda duygulanacak ne vardı gerçekten bilmiyorum)
Bunların dışında ilk defa karşılaşıp özellikle not aldığım eserlerden bazıları:
-Makart-The Five Senses
-Romako-The Rose Picker



Tam anlamıyla burayı gezmem 4.5 saatimi aldığı için ikinci bi müzeye gitmeye vaktim ve enerjim kalmamıştı. Yorgun bi halde yurduma dönüp ertesi günümü planladım.


Her ayın ilk pazar günü Viyana'da bazı müzeler ücretsiz oluyormuş(Tubişko'ya tekrar öpücükler). Tabi ki gelirken bunu bilerek geldim ve pazar günümü sadece ve sadece müzelere ayırıp gidebildiğim kadarına gittim.
Her 3-4 günde bir 1. Bölge'de şehrin simgesi haline gelmiş Aziz Stephan Katedrali'ne gidip şöyle bi havasını alıp çıkıyorum. Özellikle eski dini yapıların mimarisinden etkilenmemek elde değil, cami de olsa katedral de olsa insanın dili tutuluyor. Ben de hazır müzeler için 1. Bölge'ye gidecekken sabahleyin tekrar uğradım katedrale, pazar ayini yapıyorlarmış. Tabi Almancam olmadığı için dediklerini anlamadım ama biraz oturup müzik dinledim, insanları izledim ve geri çıktım.
İlk durağım Römermuseum oldu. Yaklaşık 2000 yıl önce Roma Imparatorluğu'nun kuzey sınırını korumak için bu bölgede kurulmuş olan askeri kampın kalıntılarından oluşan küçük bi müzeydi. Doğrusunu söylemek gerekirse beklentilerimi pek karşılamadı(legolardan kaleyi savunan askerlerin maketini yapmışlar, bi müze için pek profesyonel gelmedi bana), daha çok görsel ve sesli kaynaklara odaklıydı. Askerler ve sivil halktan kalan pek fazla kalıntı da yoktu. Yine de arkeolojiyle daha sıkı iliskişi olanların ziyaret edebileceği bir müze.
Öğleden önce 1. Bölge'de gitmeyi planladığım diğer müze saat müzesiydi(Uhrenmuseum). 3 katlı olmasına rağmen nispeten küçük bu müzede üst katlara çıktıkça zaman dilimleri de değişiyor, günümüze yaklaşıyorsunuz. Katedrallerin devasa saatlerinden küçük cep saatlerine kadar yaklaşık 700 saatin olduğunu duydum, sırasıyla gezdiğinizde dönemlere göre dekorasyon zevklerin ne ölçüde değiştiğini de kestiriyorsunuz. Saatlerin yıllara göre serüvenini görmek isteyenler bu şirin müzeyi gezebilirler. Üst katlara çıkarken pencereden baktığınızda küçük ve dar Viyana sokaklarından geçen at arabalarını görmeniz de bir diğer tatlı ayrıntı.

   


Yaklaşık 1 saatlik öğle molamın ardından Viyana Müzesi'ne geldim. Karlsplatz metro istasyonunun hemen yanında olmasına rağmen ters yönden çıktığım için yeri bulmakla biraz zaman harcadım. Yön bulma engelli bi insan olmama rağmen Viyana'da kaybolabilmek gerçekten imkansız. İnternetiniz olmasa bile haritanız varsa tabelalardan, sokak isimlerinden rahatça bulabilirsiniz. Ki internetiniz varsa Google Maps vb. uygulamalar hayat kurtarıcı oluyor(şahsen benim için öyle:)

Viyana Müzesi'nin sabah gittiğim küçük müzeler gibi olacağını düşünerek yanılmışım, belki de 2 saatten uzun zamanımı aldı. Tarih öncesinden 20. yüzyılın ortalarına kadar olan zaman dilimine Viyana'nın değişimini görebiliyorsunuz. Roma döneminden çeşitli arkeolojik bulgular, Aziz Stephan Katedrali'nden getirilmiş heykeller ve çeşitli örnekler, belli dönemlerden ev eşyaları, kıyafetler, kullanılan özel eşyaların yanı sıra dönemlerine göre çeşitli sanatçıların tabloları, Avusturyalı yazar Grillparzer'in orjinal eşyalarıyla odası yeniden inşa edilmiş(doğrusu böyle bi yazar konusunda hiç mi hiç bilgim yoktu). Osmanlıyla ilgili de bi bölüm ayırmışlar; Viyana kuşatmasında kullanılan silahlar, savaşı betimleyen kocaman bi tablo, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın portresi gibi. Bir diğer ilginç sergi de şapka sergisiydi. Şapka da deyince de pek doğru olmadı gerçi, insanların kafalarına taktıkları şeyler demek daha iyi bi tanımlama olur. Türlü türlü şapkadan tutun da duvağa, baş örtüsüne, fese bi çok farklı kültür ve dönemden örnekler vardı. Şu an devam etmekte olan  "Vienna around 1900" sergisinde de Schiele, Klimt gibi sanatçıların yanında birisi daha vardı ki öğrendiğimde epey şaşırdım: Arnold Schönberg. Besteci olmasına rağmen bir çok tablosu varmış, hatta arkadaşı besteci Alban Berg'in portresini de yapmış, Schönberg'in bu yönünü öğrenmem ilginç bi ayrıntıydı.



Bu müzeyi de gezip bi kaç arkadaşıma(tekrar öpücükler) ufak bi şeyler aldıktan sonra Beethoven'ın 8 yılını geçirdiği evine gitmek üzere yola koyuldum. "Beethoven'ın evi" deyince çok büyük bi şey gelmesin aklınıza, bi apartmanın dördüncü katında küçük bi daire. Gisedeki gorevlinin kaba davranisina uyuz oldum ama tabi ki bu keyfimi bozmaya yetmedi, uzun zamandir burayi ziyaret etmeyi istiyordum sonucta krali gelse moralimi bozamazdi :) 4, 5, 7, 8 no.lu senfoniler, tek operası olan Fidelio ve herkesin bildiği Für Elise'in de içinde bulunduğu bir çok eser bu evde bestelenmiş.




Kullandığı kişisel eşyaları, en önemlisi piyanosu, kendi el yazısıyla bi kaç mektup ve yine el yazması notalar, konser afişleri, portresi vs. sergileniyordu. Dediğim gibi küçük bi apartman dairesi olduğu için gezmeniz çok da uzun sürmez. Her ayrıntıyı dikkatle okuyup incelediğim halde maksimum 1 saatimi aldı. En sonda küçük bi müzik kutusu tarzında bir şey yapmışlar. Beethoven'ın önemli 10 eserinin ünlü şef/yorumculardan icrasını koymuşlar, isteyen sandalyeye oturup dinleyebiliyor. Tabi ki benim tercihim 7. Senfoni oldu. Iki bolümü kayıtlıydı ikisini de dinledim. Kapanana kadar kalıp hepsini dinlemek isterdim ama zamanımın az kaldığını düşünerek ayrıldım. (Alt kattaki Beethoven Shop'tan bi kaç ufak şey alarak Schubert'in doğduğu eve doğru yola koyuldum.




Beethoven'ın dairesinin penceresinden...

Bu sefer aktarma yapmama gerek kalmadan 37 numaralı tramvaya bindim ve binince fark ettim ki okulun durağiıdan geçiyor. 2 durak öncesi Beethoven'ın, 2 durak sonrası Schubert'in evi olan okulu bırakıp Çiğli'ye dönecek olduğumu tekrar hatırlamam bile moralimi bozmadı(düşünün o kadar mutluymuşum).


Yaklaşık 4-5 durak gittikten sonra 5. ve son durağım olan Schubert Geburtshaus'a varıyorum. Kapıdan girdiğimde aşırı derecede "babaanne evi"ni andırıyor. 2 katlı müstakil ve ufak da bahçesi var.





Alt katı kapalıydı, sanırım müze olarak kullanılmıyor. Üst kattan başladım gezmeye. Franz Schubert 4.5 yaşına kadar burada yaşadığı için çok da fazla özel eşyası yok ancak en bilindik portresi, meşhur gözlüğü, bi süre kullandığı piyanosu, aileye ait resimler, el yazması notalar vs bulabilirsiniz.



 


Beethoven'ın dairesinde olduğu gibi burada da müzik kutusu vardı. Benim ilk tercihim No:4 Impromptu'dan yana oldu. Sonrasında bi kaç eser daha dinledim. Saat 6'ya geliyordu, malum müzelerin kapanma saati. Yavaşça toparlandım, anı defterine bi şeyler yazıp hediyelik ufak tefek şeyler aldım ve ölmeden önce yapılması gerekenler listemden bi kaç şeyi eksiltmiş olmanın huzuruyla evime döndüm.




Belki de yazdığım en uzun blog yazısı oldu, her birini tek tek anlatabileceğim güzellikte yerleri tek bi yazıya sığdırdım, çok ayrıntı veremedim ama sıkıştırılmış halde bu kadar oluyor :) 
Bi sonraki yazıda görüşmek üzere,

Sevgilerle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder