12 Mayıs 2016 Perşembe

"Roberto Zucco kaçtı. Yine. Onu kim gözetliyordu ki?"

Ufak bi değişiklik yaparak gittiğim etkinliği değil, bizzat içinde bulunduğum bi etkinliği paylaşmak istiyorum: Roberto Zucco. Öncelikle bu yazının bir inceleme yazısı olmaktan çok anı olduğunu söylemem gerekir. (Tiyatroya inceleme yazısı yazmak için daha çok fırın ekmek yemem gerekiyor...)
Çoğunuzun bildiği üzere İzmir Katip Çelebi Üniversitesi'nde okuyorum(hayır, özel üniversite değil devlet üniversitesi). Henüz yeni bir okul olmasına rağmen 4 senedir aktif olarak faaliyetlerini sürdüren bi tiyatro topluluğumuz var. Bu sene bana da müziklerini yapmam için teklif getirdiler ve birlikte çalıştık. Elimizdeki kısıtlı imkanlarla yapabileceğimizin en iyisini yaptığımızı düşünüyorum. 'Kısıtlı imkan'dan kastımın ne olduğundan yazımın ilerleyen kısımlarında bahsedicem.


Biraz oyunumuzdan bahsedeyim. Bernard Marie Koltes'in ölmeden önce yazdığı son oyunu olan Roberto Zucco, İtalyan bi seri katilin(Roberto Succo) hayatından esinlenilmiş olsa da Succo'dan çok yazardan izler taşıyor deniliyor. Koltes hayatının büyük bölümünde toplum normlarının dışında, aykırı bi adam olmuş, Zucco da öyle. Ve oyun bittiğinde seri katil kimliğinden ziyade Zucco'yu kahraman olarak görüyoruz, kimimiz ona acıyor, kimimiz üzülüyor, kimimiz onu yüceltiyor ama ona karşı sempati duyuyoruz. Zucco ise kahraman olmadığını söylüyor:

"Ben kahraman değilim. Kahramanlar katildir. Giysileri kana bulanmamış kahraman yoktur, kan ise dünyada görünmez olmayan tek şeydir ... Her şey yıkıldığında, dünyayı kıyamet sisi kapladığı zaman, kahramanların kanla kaplı giysileri kalacaktır."
Ve aslında herkesin potansiyel katil olduğunu:

"Şu delilere bakın, nasıl da kötüler ... Ben katili bir bakışta tanırım, giysileri kanlı olur. Burada bunlardan her yerde var, sakin olmalıyız. Gözlerinin içine kımıldamadan bakmalıyız. Bizi görmemeliler, şeffaf olmalıyız ... Bizi fark ederlerse işaret beliriverir ve öldürürler, öldürürler ... Herkes sadece işareti bekliyor."

Zucco sıradanlığının dışına çıkıp bunun farkına varabilmiş insanları seviyor, bu yüzden de şık kadın ve yaşlı adamla iyi anlaşıyor-en azından onları öldürmeye teşebbüs etmiyor. Zucco'nun doğrudan insanları öldürmek gibi bi amacı da yok zaten. Tıpkı bi "gergedan" gibi, önüne çıkan hayvanları eziyor ve sıradan insanları öldürerek onları sıradan hayatlarından kurtarıyor.

"Benim düşmanım yok, ben saldırmam. Diğer hayvanları kötülükten değil, onları görmediğim için, üzerlerine bastığım için öldürürüm."


Ve bu oyunda amacımız bu "sıradan" hayatlarını yaşayan seyircileri olabildiğince rahatsız etmekti. Hepimiz birer katil olabiliriz, bir orospu pekala merhametli olabilir, halkın içinden insanlar polislerden daha cesur olabilir...
En önemli vurgulardan biri de alışılmış aile düzenine ve toplumsal cinsiyet rollerine yapılıyor. 15 yaşında kız çocuğunun tecavüze uğradıktan sonra ailesi tarafından reddedilmesi, bütün düzenin bekaretini kaybetmesiyle altüst olması, sonrasında abisi tarafından pazarlanması ve kızın bu durumdan kurtuluş yolu olarak tecavüzcüsüne-Zucco'ya- kurtarıcı gözüyle bakması gibi.

Oyuna kısaca değindikten sonra Denizli maceramız ve aksiliklerden bahsetmemek olmaz. Otobüsü beklerken dekorların devrilip kırılması, otobüsün geç gelmesi, dekorların otobüse sığmaması, dekorlar için nakliye ücretini okulun karşılamaması(Zaten neye destek oldular ki? Genel prova alırken bile amfide çalıştığımız oldu, her çalışmaya evimden kendi orgumu getirdiğimizi saymıyorum bile), 6 saat geç yola çıkmak...
Her şeyin sonunuda Denizli'ye vardığımızda onları epey bekletmiş olsak da bizi çok enerjik karşıladılar, kahvaltımıza kadar elleriyle yaptılar. İmkanları bizimkinden kat kat iyiydi; akustiği güzel salonları, Kawai kuyruklu piyanoları, dört dörtlük kulisleri... Eğer okuyorlarsa, hepsine tekrar teşekkür ediyorum.

Kulisten


Bu oyun benim için önemliydi çünkü önceden sahne tecrübem olsa da ilk defa bi tiyatro için müzik yapıyordum ve ilk defa turneye gidiyordum. Neyse ki amatör bi tiyatro topluluğu olarak elimizden gelenin en iyisini yaparak alnımızın akıyla altından kalkabildik. 2 saatten az uykuyla-ya da uykusuz- sahnedeydik ve provalardan daha iyi bi performans ortaya koyabildik. Eh, kendi adıma söylersem piyano çok çok güzeldi, tabureye oturdum ve gerisi nasıl geldi hatırlamıyorum bile.
Bu macerada birlikte olduğum ekip arkadaşlarımı da -başta yönetmenimiz olmak üzere- ayrı ayrı tebrik ediyorum.
(Güzel zamanlardan geriye-tüm oyunu neredeyse ezberlemiş olduğum için aklımda uçuşan replikler kaldı...)

Sevgilerle...









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder